7 Mart 2010 Pazar

Orhan Pamuk ve Nobel Edebiyat Ödülü





"Orhan Pamuk'un, dünyanın en prestijli edebiyat ödülü olan Nobel'i kazanması, bir süredir bu bağlamda oluşmuş polemik ortamının tüm içkarartıcı içeriğine karşın, toplumumuz açısından gurur vericidir. Tarih boyunca batı dünyasıyla ilişkisini ‘barbarlık’ sözcüğünün karanlık anlamı çerçevesinde yaşamış toplumumuzun, içlerinden biri, insan ruhunun en damıtılmış işlevi olan sanatsal yaratıcılıkla bütünleşen bir alanda ödüllendirildiğinde, sıradışı bir tepki göstermesini doğal buluyorum. Pamuk'un kimi açıklamalarını, ister ödül almak için ülkesini batı dünyasında satışa çıkardığı biçiminde değerlendirin, ister ifade özgürlüğünü korkusuzca kullanan bir aydının toplumdaki aykırı duruşu olarak; bu, onun edebiyat estetiği alanındaki konumunu değiştirmez. Bir sanatçının etik ya da siyasal alanlardaki görüşleri ile estetik düzlemdeki performansının ayrı değerlendirilmesi gerekir. Bir edebiyat bilimci olarak, 10 yıldır yinelediğim bir gerçeği bu bağlamda yeniden dile getireyim: Orhan Pamuk büyük bir kurgu sanatçısıdır. Nobel'den önce de bu böyleydi, sonra da böyle olacak. Pamuk, içinde 'edebiyat' sözcüğü bulunan her ödülü hak etmektedir."


Orhan Pamuk'un romanlarını inceleyen edebiyat bilimci Prof. Dr. Yıldız Ecevit

6 Mart 2010 Cumartesi

Édith Piaf

Fransız şarkılarının tanrıçası...
Deli dolu yüreği olan minicik bir kadındı; kalpleri titreten sesiyle devleşti.



Édith Giovanna Gassion, 19 Aralık 1915 tarihinde Paris’in Belleville semtinde doğdu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız askerlerinin Alman esir kamplarından kaçmasına yardım ettiği için idam edilen ingiliz hemşire Édith Cavell’in anısına ona "Édith" adı verildi. "Serçe" anlamına gelen "piaf" takma adını ise 20 yıl sonra alacaktı.

Annesi Annetta Giovanna Maillard (1895–1945) İtalyan asıllı bir göçmen ailesinden geliyordu. Babası Louis-Alphonse Gassion (1881–1944) ise sokaklarda gösteri yapan bir cambazdı. Annesi sokakta şarkı söyleyerek yaşamaya çalışmaktaydı.
Küçük Édith daha sonra babası tarafından bir geneleve kısa süreliğine bakılması için gönderildi. Küçük yaşta, gözleri mikrop kapmış ve kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu hastalığını yaşarken, bir genelevde oranın patronu ve kadınlarıyla birlikte yaşıyordu. Aradan aylar geçtikten sonra, tedavi sonucu gözleri düzelmişti.

Daha sonraları babası, küçük Édith'i genelevden almış ve mesleği olan sokak akrobatlığı insanlara yetmeyince, kızını sokakta insanlara karşı akrobatlık veya numara yapması için zorlamıştı. Bunun üzerine Édith, en iyi bildiği şarkıyı yani Fransa ulusal marşı, La Marseillaise'i söylemişti.
14 yaşındayken babasının yanında sokaklarda şarkı söylemeye başladı. Kısa bir süre sonra da babasından ayrı olarak kenar mahallelerde şarkı söylemeye başladı. 17 yaşındayken ilk ve tek çocuğunu doğurdu. Marcelle adını verdikleri bu talihsiz kız çocuğu 2 yaşında menenjitten öldü.

Gece kulübü sahibi işletmecisi Louis Leplée 1935’te Pigalle civarında şarkı söylerken keşfettiği Édith’e ‘La Mome Piaf’ sahne adını verecek ve 1,47 boyundaki bu minik kadına sahne korkusunu yenmede yardımcı olacaktı.
İlerleyen zamanlarda, kendisini keşfeden Louis Leplée öldürüldükten sonra, derin ve şüpheli sorgulamalarla karşı karşıya kalacaktır.

Piaf, yağmurlu bir günde trafik kazası geçirmişti. Bu yüzden hayatı boyunca boynu kambura benzer bir şekilde yürümek zorunda kalmıştı.

Paris argosunda "minik serçe" anlamına gelen bu isim ilerleyen yıllarda efsaneleşecek, başka ülkelerdeki ufak tefek kadın şarkıcılar ‘minik serçe’ takma adını kendilerine uyarlayacaklardı.

1940’lardan itibaren ünlü insanlarla aynı çevrelere girip çıkmaya başlayan Édith Piaf 1944’te Yves Montand’ı keşfeden kişi oldu. 1950’lerin başındaysa Charles Aznavour’u kendisiyle turnelere çıkaracak ve müzik dünyasına sokacaktı.
Édith, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Avrupa’da ve Amerika’da artık tanınan bir yıldız olmuştu.



16 yaşından itibaren Édith Piaf’ın hayatına pek çok erkek girdi. Bunların arasında çocuğunun babası Louis Dupont, Albert adlı bir kadın satıcısı, Yves Montand gibi dev bir sanatçı da vardı.

Hayatında en çok sevdiği erkek ise orta siklet dünya şampiyonu boksör Marcel Cerdan’dı. Cerdan başkasıyla evliydi, üç çocuk babasıydı ve Fransa’da zaten tanınan bir insandı. Édith piaf’la buluşmak üzere ekim 1949’da Paris’ten New York’a uçarken uçağı düştü. Bu kazadan kurtulan olmamıştı.
Ertesi günün sabahında, Piaf bir halisünasyon görmüş, Cerdan'ın onun yanına geldiğini hayal etmiş ve ona aldığı hediye saati bulmak için evde dolanmıştı. Bu sırada evdeki bütün kişilerin sessizliği dikkatini çekmiş. Piaf'a Cerdan'ın ölüm haberi verilmiş ve Piaf yıkılmıştı. Bu olayın üzerine zaten alkole aşırı düşkünlüğüyle bilinen Édith, morfin bağımlısı da olmuştu.



Piaf iki kere evlendi. İlk eşi Jacques Pills ile 1952’de başlayan evlilikleri 1956’da sona erdi. 1962’de, "a quoi ça sert l’amour" (aşk neye yarar ki?) şarkısında muhteşem bir düet yaptığı, kendisinden 20 yaş küçük, yunan asıllı Théo Sarapo ile ikinci evliliğini yaptı.

Édith Piaf'la özdeşleşen "La Vie en Rose" 1945’te yazılmış ve ilk defa 1946’da kaydedilmişti. Son şarkısı ise nisan 1963’te kaydettiği "L'homme de Berlin"dir.

Marcel Cerdan’ın ölümünün ardından yakılan bir ağıt niteliğindeki "Hymne à L'amour" (1949), bir bar kızının ümitsiz aşkını ve sevdiği adamı teselli etmeye çalışan sözlerini dile getiren "Milord" (1959) ve pervasızca yaşanan bir hayatın ardından hiç pişmanlık duymaksızın gururla ayakta dikilen bir insanın cesaretini anlatan "Non, Je Ne Regrette Rien" (1960) şarkılarıyla Édith Piaf ölümsüzlüğe kavuştu.

Édith, Fransız rivierasındaki Plascassier’de 10 Ekim 1963’te karaciğer kanserinden öldü.

Eşi Theo Sarapo’nun aynı gece cenazesini gizlice Paris’e getirdiği, böylece hayranlarının "Édith Piaf’ın kendi evinde öldüğünü" düşüneceğini umduğu söylenir. 11 Ekim günü Édith Piaf’ın öldüğü açıklandıktan kısa bir süre (aynı gün içinde) çok sevgili dostu Jean Cocteau da hayata veda etti. Cocteau’nun Piaf’ın acısına dayanamadığı için kalp krizi geçirdiği rivayet edilir.

Katolik kilisesi Paris başpiskoposu –sürdüğü yaşam nedeniyle- Édith Piaf’ın cenaze törenini yapmayı reddetti. Tabutu Père-Lachaise mezarlığına götürülürken on binlerce hayranı korteje katıldı. Mezarlıktaki törende hazır bulunanların sayısı ise 100.000’i geçti.

Ünlü şarkıcı Charles Aznavour, Édith Piaf’ın cenaze törenini anlatırken "İkinci Dünya Savaşı sona ereli beri bütün Paris’in trafiğini tamamen kilitleyen başka bir olay yoktur." demiştir.

anısına...

1982 yılında Sovyet astronom Ludmila Georgievna Karaçkina, uzayda keşfettiği 3772 numaralı küçük gezegene Édith Piaf adını vermiştir.
Paris’te, 5 Rue Crespin du Gast adresinde bir Édith Piaf müzesi bulunmaktadır.
Père-Lachaise mezarlığında son eşi Theo Sarapo ile birlikte yatmaktadır.



Sesin sonsuza kadar titretecek kalpleri, Père-Lachaise'den söylenen bir ninni gibi "piaf..."
Atatürk ve Ankara'nın Başkent Oluşu

Mustafa Kemal Paşa’nın, Ankara’nın başkent oluşu nedeniyle açıkladığı aşağıdaki görüşleri, Cumhuriyet gazetesinde, gazetenin kurulduğu 7 Mayıs 1924 tarihinde yayımlanmıştır.

Gazetenin kurucusu Yunus Nadi’nin sorularını yanıtlayan Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamalarından, onun, Anadolu Selçuklular tarihi konusunda da derinliğine araştırmaları olduğunu ve Ankara’nın, Anadolu’daki beylikler döneminde bir süre başkentlik yaptığını bildiğini de öğreniyoruz.

Yunus Nadi - Cumhuriyet – Bütün Dünya


Şüphe yok, İstanbul’umuz güzeldir, fakat Ankara’mız bütün noksanlarına rağmen, daha az güzel değildir. Onu bilhassa bizler biliriz, değil mi? Hususiyle fazla olarak şimdi Ankara, devletimizin merkezidir de. Filhakika (Gerçekten) Ankara, vaziyeti itibariyle memleketimiz de merkez-i idare olmak nokta-i nazarından çok, cazip ve emniyetbahş (güvenlikli) bir noktadır. Bu sebeple benim kararlarım, harekât ve teşebbüsatım üzerinde tabii olarak tesirlerini göstermiştir. Hakikaten işe memleketin şarkında (doğusunda), şark hududunda başladım. Sonra daha garba (batısına) gelmek zaruretini hissettim. Nihayet Ankara’da durdum ve memleket işlerini, milletin arzusu veçhile sevk ve idare etmek için başka yere gitmeye lüzum hissetmedim. Türkiye’nin ve Türk milletinin ve Türk milleti menafinin (çıkarlarının) en emin müdafaası da ancak Ankara’dan olabileceği hadiselerle sabit olmuştur. En müşkül şerait (koşullar) içinde, en az hazırlıklı olduğumuz halde en büyük darbelerin heraks yapılabilmesinin en kuvvetli âmilleri meyanında (etkenleri arasında) Ankara’nın mevki-i coğrafisi dâhildir.


Ankara’nın mevki-i tabiî (doğal konumu) ve coğrafisine kıymet ilâve eden bir cihet daha vardır: Ankaralılar en acı ve felaketli günlerde millet her taraftan muhtelif vasıtalarla tesmim olunurken (zehirlenirken) Ankaralılar, memleket ve milletin halâs-ı hakikisine müteveccih teşebbüs (gerçek kurtuluşuna yönelik girişim) hakkındaki iman ve itimadlarını bir an dahi sarsmamışlardır.

Ankara’ya ilk kabul olunduğum gün sadece bir vatandaş, bir ferdi-i millet idim. Hiçbir sıfatım, salahiyetim ve unvanım yoktu. Böyle olmakla beraber Ankara ve havalisi (çevresi) kâmilen çocuklarıyla, kadınlarıyla, ihtiyarlarıyla beraber Ankara şehrinden Dikmen tepesine kadar bütün sahrayı doldurmuş ve beni istikbal etmiştir (karşılamıştır). İstasyondan hükûmet dairesine kadar uzayan caddenin iki tarafı eski Türk kıyafetine girmiş, bıçakları ve tabancaları ellerinde Ankara gençleriyle dolmuştu. Bu gençler ve onlarla beraber bütün halk, “Vatanı ve milleti düşmandan kurtarmak için hepimiz ölmeye hazırız, emrinizi bekliyoruz” diye bağırıyorlardı.

O zaman Ankara istasyonu ecnebî zabit ve askerlerinin taht-ı işgalinde (yabancı subay ve askerlerinin işgali altında) bulunuyordu. O güne kadar Ankaralıları ölü ve Ankara’yı bir harabe zanneden bu ecnebiler, bu ulvi tezahür karşısında ilk endişelerini izhardan men’i nefs (göstermekten kendilerini men) edememişlerdir.


Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihte öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten Selçukî idaresinin inkısamı (parçalanması) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir takım beylikler meyanında (arasında) bir de Ankara Cumhuriyetini görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki orada, geçen asırlara rağmen Ankara’da hâlâ o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün menatıkını (bölgelerini) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir.


Beni, Türkiye’ye en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile çok eskidir ve fennidir (bilimseldir). Bu noktaya ait mülâhazatım her İstanbul’da bulunduğum defalar –hayatımın pek az günleri İstanbul’da geçmiştir– teyakkuz etmiştir. Bilhassa Harbi Umumi’den sonra girdiğimiz mütareke günlerinde İstanbul sokaklarını dolduran ecnebi süngüleri, Boğaziçi’nin sularını karartan düşman zırhlıları bu mülâhazatımı fikrisabit haline getirdi ve artık hiçbir şahsa, hiçbir fikre ve hiçbir programa zerre kadar iltifat etmeksizin bu boğucu havadan çıkmak hususundaki cihanca mâlûm kararımı verdim.