23 Şubat 2011 Çarşamba

Niçin reddettim?

Hadisenin bir skandal niteliği almasından üzgünüm; bir ödül verilmiş, ben reddediyorum. Sebep, hazırlıktan vaktinde haberdar edilmeyişimdir. 15 Ekim tarihli Figaro Litteraire'de İsveç muhabirlerinin yazdıklarını okuyup, İsveç Akedemisi'nin beni seçmek eğiliminde olduğunu, ama henüz kararlarının kesinleşmediğini öğrenince, sandım ki akademiye bir mektup yazarak durumu düzeltebilir ve bu meselenin söz konusu edilmesini önleyebilirim; mektubu ertesi gün gönderdim.

Doğrusu, Nobel Ödülü'nün seçilenin fikri alınmadan verilmediğini bilmiyor ve vaktinde harekete geçtiğimi sanıyordum. Ama bir seçim yapan akademinin, sözünden dönemeyeceğini şimdi anlıyorum. Ödülü reddediş sebeplerim İsveç Akademisi'yle ya da Nobel Ödülü'yle doğrudan doğruya ilgili değildir. Bunu, akademiye yazdığım mektupta da belirttim. Orada iki çeşit sebep üzerinde durdum; şahsi olanlar ve objektif sebepler.
Şahsi sebeplerim şunlar: ret, o an içimden gelmiş bir karar, bir davranış değildi; ben resmî payelere her zaman dirsek çevirdim. Harpten sonra 1945'te, Legion d'Honneur verilmek istendiği zaman da, hükümette pek çok dostum bulunduğu halde reddettim. Yine bazı dostlarımın beni yeterli görmelerine rağmen, College de France'a girmeyi de kabul etmedim.
Bu tutumun temelinde benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk, ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kağıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı "Jean Paul Sartre" olarak atmakla, "Jean Paul Sarte, 1964 Nobel Ödülü" diye atmak aynı şey değildir diyorum.
Bu çeşit bir ödül kabul eden yazar, aynı zamanda, onu bu şerefe layık gören kurumu veya müesseseyi de bir yük altına sokmuş olmaktadır. Venezuela çetecilerine karşı duyduğum yakınlık, şimdi sadece beni bağlar, oysa Nobel Ödülü kazanmış Jean Paul Sartre, Venezuela'daki ayaklanmayı desteklediği zaman, kendisiyle birlikte, bir müessese olarak Nobel'i de peşinden süreklemiş olur.
Demek ki yazar, şimdi benim için söz konusu olduğu gibi, en şerefli bir şekil altında bile müesseseleştirilmeyi reddetmek durumundadır.
Bu hüküm ve tutum sadece kendimle ilgilidir, yoksa daha önce mükâfatlandırılmış olanlara karşı en küçük bir tenkit taşımaz. Kaldı ki onlardan, tanışma mutluluğuna erdiğim pek çoğu hakkında derin takdir ve hayranlık duyguları beslemekteyim.


Objektif sebeplerimi de şöyle sıralayabilirim:
Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, Doğu ve Batı kültürlerinin bir arada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum, bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın zounlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim ama bu karşılaşma işe müesseseleri karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler arasında olmalıdır diyorum.
Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum. Ben, bu çelişmelerden yapılmışım. Gönlüm inkar edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle Doğu bloğundan yanadır. Ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. Bu durum, iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin tümüyle işbirliği etmemi kolaylaştırıyor. Böyle de olsa, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım.
Varlıklarına bir diyeceğim olmasa da, yüksek kültür divanlarınca dağıtılan payelerden hiçbirini, yalnız Batı'dan değil Doğu'dan da gelse kabul edemeyişim bu yüzdendir. Gönlüm bütün olarak sosyalizmden yanadır dedim; ama bu demek değildir ki biri çıksa da bana, böyle bir şey söz konusu değil ama, mesela Lenin mükâfatını vermek istese onu kabul ederdim. Hayır, onu da kabul etmezdim, edemezdim.
Biliyorum, Nobel'in ilk niteliği Batı bloĞuna has bir edebiyat ödülü olmak değildir. Ama ne yönde uygulanmışsa o olmuştur, ve İsveç Akademisi üyelerinin kararına bağlı olmayan hadiselerle de pekâlâ karşılaşılabilir.
Nitekim Nobel, günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu'da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görünmektedir. Mesela, Güney Amarika şairlerinin en büyüklerinden biri olan Neruda, ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Ödülün Şolokof'tan önce Pasternak'a verilmesi ve Sovyetler'den seçilmiş tek eserin memleketinde yasaklanmış ve ancak basılabilmiş bir kitap olması da esef edilecek bir durumdur. Halbuki karşı yönde bir davranış pekâlâ dengeyi sağlayabilirdir. Cezayir Savaşı günlerinde, "121'ler Beyannamesi"ni imzaladığımız sırada verilseydi, Nobel'i sevinçle kabul ederdim; zira o zaman bu mükâfat sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete de şeref kazandıracaktı. Ama bu olmadı ve ben, savaş bittikten sonra ödüle layık görüldüm.
İsveç Akademisi'nin gerekçesinde hürriyetten söz ediliyor. Çeşitli yorumlara açık bir kelimedir bu... Batı
da oldukça genel bir anlamı vardır; bana gelince, ben, bir çift daha pabucu olmak ve doyasıya yiyecek bulmak haklarında ve imkânlarında gerçekleşen, daha elle tutulur bir hürriyet anlayışına sahibim. Ödülü geri çevirmeyi, kabul etmekten daha az tehlikeli buluyorum. Kabul etmekle, "bağımsızlıktan taviz verme" diyebileceğim bir sonucu da benimsemiş olurdum. Figaro Litteraire'in yazısında okuduğuma göre "tartışmaya gelir politik geçmişim üzerinde durulmayacak"mış. Bu yazı, akademinin görüşürünü aksettirmez, biliyorum; ama bazı sağcı çevrelerde ödülü kabulümün nasıl yorumlanacağını göstermektedir. Geçmişte arkadaşlarımla bazı yanılmalarımız olduğunu kabul ederim ama bu, "tartışmaya gelir politik geçmiş" benim için her zaman muteberdir.
Bununla Nobel'in bir "burjuva" ödülü olduğunu söylemek istemiyorum, ama pek iyi bildiğim çevrelerin kaçınılmaz burjuva yorumları işte bu yönde olacaktır diyorum.
Bitirmeden, para meselesine de değinmek isterim. Seçimine çok büyük bir para ödülü de eklemekle akademi, seçtiğinin omuzlarını çökertecek bir yük daha ilave etmiş olmaktadır. Bu, hadisenin beni ayrıca rahatsız eden yanı oldu. Şimdi, ya ödülü kabul ederek aldığınız parayla önemli saydığımız kurumları veya hareketleri destekleyeceksiniz, kendi hesabıma hep, londra'daki apartheid'ı düşündüm, ya da genel prensipleriniz adına mükâfatı reddederek, desteğe ihtiyacı olan bir hareketi bundan yoksun edeceksiniz. Ne var ki bence bu, kalbî bir meseledir. 250.000 Kronu geri çeviriyorum. Çünkü Doğu'da olsun, Batı'da olsun müesseseleştirilmek istemiyorum. Kaldı ki sizden 250.000 kronu sırf şahsi düşünceleriniz için değil de, ancak arkadaşlarınızın da katıldığı ortak prensipler adına reddetmeniz de istenemez.
Seçilişim kadar, ödülü geri çevirmek zorunda kalışımın da bana acı gelişi bundandır.
Bu açıklamayı, İsveç halkına sevgilerimi ileterek bitirmek isterim.

Jean Paul Sartre

7 Mart 2010 Pazar

Orhan Pamuk ve Nobel Edebiyat Ödülü





"Orhan Pamuk'un, dünyanın en prestijli edebiyat ödülü olan Nobel'i kazanması, bir süredir bu bağlamda oluşmuş polemik ortamının tüm içkarartıcı içeriğine karşın, toplumumuz açısından gurur vericidir. Tarih boyunca batı dünyasıyla ilişkisini ‘barbarlık’ sözcüğünün karanlık anlamı çerçevesinde yaşamış toplumumuzun, içlerinden biri, insan ruhunun en damıtılmış işlevi olan sanatsal yaratıcılıkla bütünleşen bir alanda ödüllendirildiğinde, sıradışı bir tepki göstermesini doğal buluyorum. Pamuk'un kimi açıklamalarını, ister ödül almak için ülkesini batı dünyasında satışa çıkardığı biçiminde değerlendirin, ister ifade özgürlüğünü korkusuzca kullanan bir aydının toplumdaki aykırı duruşu olarak; bu, onun edebiyat estetiği alanındaki konumunu değiştirmez. Bir sanatçının etik ya da siyasal alanlardaki görüşleri ile estetik düzlemdeki performansının ayrı değerlendirilmesi gerekir. Bir edebiyat bilimci olarak, 10 yıldır yinelediğim bir gerçeği bu bağlamda yeniden dile getireyim: Orhan Pamuk büyük bir kurgu sanatçısıdır. Nobel'den önce de bu böyleydi, sonra da böyle olacak. Pamuk, içinde 'edebiyat' sözcüğü bulunan her ödülü hak etmektedir."


Orhan Pamuk'un romanlarını inceleyen edebiyat bilimci Prof. Dr. Yıldız Ecevit

6 Mart 2010 Cumartesi

Édith Piaf

Fransız şarkılarının tanrıçası...
Deli dolu yüreği olan minicik bir kadındı; kalpleri titreten sesiyle devleşti.



Édith Giovanna Gassion, 19 Aralık 1915 tarihinde Paris’in Belleville semtinde doğdu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız askerlerinin Alman esir kamplarından kaçmasına yardım ettiği için idam edilen ingiliz hemşire Édith Cavell’in anısına ona "Édith" adı verildi. "Serçe" anlamına gelen "piaf" takma adını ise 20 yıl sonra alacaktı.

Annesi Annetta Giovanna Maillard (1895–1945) İtalyan asıllı bir göçmen ailesinden geliyordu. Babası Louis-Alphonse Gassion (1881–1944) ise sokaklarda gösteri yapan bir cambazdı. Annesi sokakta şarkı söyleyerek yaşamaya çalışmaktaydı.
Küçük Édith daha sonra babası tarafından bir geneleve kısa süreliğine bakılması için gönderildi. Küçük yaşta, gözleri mikrop kapmış ve kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu hastalığını yaşarken, bir genelevde oranın patronu ve kadınlarıyla birlikte yaşıyordu. Aradan aylar geçtikten sonra, tedavi sonucu gözleri düzelmişti.

Daha sonraları babası, küçük Édith'i genelevden almış ve mesleği olan sokak akrobatlığı insanlara yetmeyince, kızını sokakta insanlara karşı akrobatlık veya numara yapması için zorlamıştı. Bunun üzerine Édith, en iyi bildiği şarkıyı yani Fransa ulusal marşı, La Marseillaise'i söylemişti.
14 yaşındayken babasının yanında sokaklarda şarkı söylemeye başladı. Kısa bir süre sonra da babasından ayrı olarak kenar mahallelerde şarkı söylemeye başladı. 17 yaşındayken ilk ve tek çocuğunu doğurdu. Marcelle adını verdikleri bu talihsiz kız çocuğu 2 yaşında menenjitten öldü.

Gece kulübü sahibi işletmecisi Louis Leplée 1935’te Pigalle civarında şarkı söylerken keşfettiği Édith’e ‘La Mome Piaf’ sahne adını verecek ve 1,47 boyundaki bu minik kadına sahne korkusunu yenmede yardımcı olacaktı.
İlerleyen zamanlarda, kendisini keşfeden Louis Leplée öldürüldükten sonra, derin ve şüpheli sorgulamalarla karşı karşıya kalacaktır.

Piaf, yağmurlu bir günde trafik kazası geçirmişti. Bu yüzden hayatı boyunca boynu kambura benzer bir şekilde yürümek zorunda kalmıştı.

Paris argosunda "minik serçe" anlamına gelen bu isim ilerleyen yıllarda efsaneleşecek, başka ülkelerdeki ufak tefek kadın şarkıcılar ‘minik serçe’ takma adını kendilerine uyarlayacaklardı.

1940’lardan itibaren ünlü insanlarla aynı çevrelere girip çıkmaya başlayan Édith Piaf 1944’te Yves Montand’ı keşfeden kişi oldu. 1950’lerin başındaysa Charles Aznavour’u kendisiyle turnelere çıkaracak ve müzik dünyasına sokacaktı.
Édith, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Avrupa’da ve Amerika’da artık tanınan bir yıldız olmuştu.



16 yaşından itibaren Édith Piaf’ın hayatına pek çok erkek girdi. Bunların arasında çocuğunun babası Louis Dupont, Albert adlı bir kadın satıcısı, Yves Montand gibi dev bir sanatçı da vardı.

Hayatında en çok sevdiği erkek ise orta siklet dünya şampiyonu boksör Marcel Cerdan’dı. Cerdan başkasıyla evliydi, üç çocuk babasıydı ve Fransa’da zaten tanınan bir insandı. Édith piaf’la buluşmak üzere ekim 1949’da Paris’ten New York’a uçarken uçağı düştü. Bu kazadan kurtulan olmamıştı.
Ertesi günün sabahında, Piaf bir halisünasyon görmüş, Cerdan'ın onun yanına geldiğini hayal etmiş ve ona aldığı hediye saati bulmak için evde dolanmıştı. Bu sırada evdeki bütün kişilerin sessizliği dikkatini çekmiş. Piaf'a Cerdan'ın ölüm haberi verilmiş ve Piaf yıkılmıştı. Bu olayın üzerine zaten alkole aşırı düşkünlüğüyle bilinen Édith, morfin bağımlısı da olmuştu.



Piaf iki kere evlendi. İlk eşi Jacques Pills ile 1952’de başlayan evlilikleri 1956’da sona erdi. 1962’de, "a quoi ça sert l’amour" (aşk neye yarar ki?) şarkısında muhteşem bir düet yaptığı, kendisinden 20 yaş küçük, yunan asıllı Théo Sarapo ile ikinci evliliğini yaptı.

Édith Piaf'la özdeşleşen "La Vie en Rose" 1945’te yazılmış ve ilk defa 1946’da kaydedilmişti. Son şarkısı ise nisan 1963’te kaydettiği "L'homme de Berlin"dir.

Marcel Cerdan’ın ölümünün ardından yakılan bir ağıt niteliğindeki "Hymne à L'amour" (1949), bir bar kızının ümitsiz aşkını ve sevdiği adamı teselli etmeye çalışan sözlerini dile getiren "Milord" (1959) ve pervasızca yaşanan bir hayatın ardından hiç pişmanlık duymaksızın gururla ayakta dikilen bir insanın cesaretini anlatan "Non, Je Ne Regrette Rien" (1960) şarkılarıyla Édith Piaf ölümsüzlüğe kavuştu.

Édith, Fransız rivierasındaki Plascassier’de 10 Ekim 1963’te karaciğer kanserinden öldü.

Eşi Theo Sarapo’nun aynı gece cenazesini gizlice Paris’e getirdiği, böylece hayranlarının "Édith Piaf’ın kendi evinde öldüğünü" düşüneceğini umduğu söylenir. 11 Ekim günü Édith Piaf’ın öldüğü açıklandıktan kısa bir süre (aynı gün içinde) çok sevgili dostu Jean Cocteau da hayata veda etti. Cocteau’nun Piaf’ın acısına dayanamadığı için kalp krizi geçirdiği rivayet edilir.

Katolik kilisesi Paris başpiskoposu –sürdüğü yaşam nedeniyle- Édith Piaf’ın cenaze törenini yapmayı reddetti. Tabutu Père-Lachaise mezarlığına götürülürken on binlerce hayranı korteje katıldı. Mezarlıktaki törende hazır bulunanların sayısı ise 100.000’i geçti.

Ünlü şarkıcı Charles Aznavour, Édith Piaf’ın cenaze törenini anlatırken "İkinci Dünya Savaşı sona ereli beri bütün Paris’in trafiğini tamamen kilitleyen başka bir olay yoktur." demiştir.

anısına...

1982 yılında Sovyet astronom Ludmila Georgievna Karaçkina, uzayda keşfettiği 3772 numaralı küçük gezegene Édith Piaf adını vermiştir.
Paris’te, 5 Rue Crespin du Gast adresinde bir Édith Piaf müzesi bulunmaktadır.
Père-Lachaise mezarlığında son eşi Theo Sarapo ile birlikte yatmaktadır.



Sesin sonsuza kadar titretecek kalpleri, Père-Lachaise'den söylenen bir ninni gibi "piaf..."
Atatürk ve Ankara'nın Başkent Oluşu

Mustafa Kemal Paşa’nın, Ankara’nın başkent oluşu nedeniyle açıkladığı aşağıdaki görüşleri, Cumhuriyet gazetesinde, gazetenin kurulduğu 7 Mayıs 1924 tarihinde yayımlanmıştır.

Gazetenin kurucusu Yunus Nadi’nin sorularını yanıtlayan Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamalarından, onun, Anadolu Selçuklular tarihi konusunda da derinliğine araştırmaları olduğunu ve Ankara’nın, Anadolu’daki beylikler döneminde bir süre başkentlik yaptığını bildiğini de öğreniyoruz.

Yunus Nadi - Cumhuriyet – Bütün Dünya


Şüphe yok, İstanbul’umuz güzeldir, fakat Ankara’mız bütün noksanlarına rağmen, daha az güzel değildir. Onu bilhassa bizler biliriz, değil mi? Hususiyle fazla olarak şimdi Ankara, devletimizin merkezidir de. Filhakika (Gerçekten) Ankara, vaziyeti itibariyle memleketimiz de merkez-i idare olmak nokta-i nazarından çok, cazip ve emniyetbahş (güvenlikli) bir noktadır. Bu sebeple benim kararlarım, harekât ve teşebbüsatım üzerinde tabii olarak tesirlerini göstermiştir. Hakikaten işe memleketin şarkında (doğusunda), şark hududunda başladım. Sonra daha garba (batısına) gelmek zaruretini hissettim. Nihayet Ankara’da durdum ve memleket işlerini, milletin arzusu veçhile sevk ve idare etmek için başka yere gitmeye lüzum hissetmedim. Türkiye’nin ve Türk milletinin ve Türk milleti menafinin (çıkarlarının) en emin müdafaası da ancak Ankara’dan olabileceği hadiselerle sabit olmuştur. En müşkül şerait (koşullar) içinde, en az hazırlıklı olduğumuz halde en büyük darbelerin heraks yapılabilmesinin en kuvvetli âmilleri meyanında (etkenleri arasında) Ankara’nın mevki-i coğrafisi dâhildir.


Ankara’nın mevki-i tabiî (doğal konumu) ve coğrafisine kıymet ilâve eden bir cihet daha vardır: Ankaralılar en acı ve felaketli günlerde millet her taraftan muhtelif vasıtalarla tesmim olunurken (zehirlenirken) Ankaralılar, memleket ve milletin halâs-ı hakikisine müteveccih teşebbüs (gerçek kurtuluşuna yönelik girişim) hakkındaki iman ve itimadlarını bir an dahi sarsmamışlardır.

Ankara’ya ilk kabul olunduğum gün sadece bir vatandaş, bir ferdi-i millet idim. Hiçbir sıfatım, salahiyetim ve unvanım yoktu. Böyle olmakla beraber Ankara ve havalisi (çevresi) kâmilen çocuklarıyla, kadınlarıyla, ihtiyarlarıyla beraber Ankara şehrinden Dikmen tepesine kadar bütün sahrayı doldurmuş ve beni istikbal etmiştir (karşılamıştır). İstasyondan hükûmet dairesine kadar uzayan caddenin iki tarafı eski Türk kıyafetine girmiş, bıçakları ve tabancaları ellerinde Ankara gençleriyle dolmuştu. Bu gençler ve onlarla beraber bütün halk, “Vatanı ve milleti düşmandan kurtarmak için hepimiz ölmeye hazırız, emrinizi bekliyoruz” diye bağırıyorlardı.

O zaman Ankara istasyonu ecnebî zabit ve askerlerinin taht-ı işgalinde (yabancı subay ve askerlerinin işgali altında) bulunuyordu. O güne kadar Ankaralıları ölü ve Ankara’yı bir harabe zanneden bu ecnebiler, bu ulvi tezahür karşısında ilk endişelerini izhardan men’i nefs (göstermekten kendilerini men) edememişlerdir.


Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihte öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten Selçukî idaresinin inkısamı (parçalanması) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir takım beylikler meyanında (arasında) bir de Ankara Cumhuriyetini görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki orada, geçen asırlara rağmen Ankara’da hâlâ o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün menatıkını (bölgelerini) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir.


Beni, Türkiye’ye en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile çok eskidir ve fennidir (bilimseldir). Bu noktaya ait mülâhazatım her İstanbul’da bulunduğum defalar –hayatımın pek az günleri İstanbul’da geçmiştir– teyakkuz etmiştir. Bilhassa Harbi Umumi’den sonra girdiğimiz mütareke günlerinde İstanbul sokaklarını dolduran ecnebi süngüleri, Boğaziçi’nin sularını karartan düşman zırhlıları bu mülâhazatımı fikrisabit haline getirdi ve artık hiçbir şahsa, hiçbir fikre ve hiçbir programa zerre kadar iltifat etmeksizin bu boğucu havadan çıkmak hususundaki cihanca mâlûm kararımı verdim.

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Gençlerbirliği, Kuruluş Öyküsü

Ankara’nın ilk takımlarından biri, “Sultani” takımıdır: Ankara Sultanisi. Diğer adıyla Ankara Erkek Lisesi, veya “taş mektep”. Bugünkü adıyla: Atatürk Lisesi. Ankara Sultanisi o zaman, şimdiki Yüksek İhtisas Hastanesi'nin olduğu yerdedir. Sultani müdürü Münif Kemal (Ak), spora ve futbola meraklı bir eğitimcidir. Daha bu okula atanmadan önce, “okullu” bir futbol kulübü kurmayı arzulamaktadır. Kafasında, “Muallimler Birliği” adı vardır.Münif Kemal beyin Ankara Sultanisi’ne atanmasından sonra, beden eğitimi hocası Ekrem beyin yönetiminde iddialı bir okul takımı oluşur. Ekrem bey’in, İstanbul’un iddialı takımlarından Altınordu’da santrhaf oynamışlığı vardır.

Ancak Ekrem beyin bazı yetenekli oyuncuları takıma almaması, futbola tutkun öğrenciler arasında huzursuzluk yaratacaktır. İşte bu huzursuzluk ve öğrencilerin gösterdiği tepki açacaktır Gençlerbirliği’nin kuruluşuna giden yolu!

Beden eğitimi hocası Ekrem beyin takıma almadığı çocuklardan biri, Ramiz Eren, şöyle anlatıyor: “Ben iki üç arkadaşla beraber birinci takımda oynardım. O zaman daha yaşım küçük ama, 1.80 boyundaydım. Ekrem bey, bizi takıma almadı. Biz de kızdık. Arkadaşlarımızdan Asım adında bir çocuk vardı. Bunun babası Muş mebusuydu.* Babasına anlatmış. Babası ‘sen çocukları çağır’ demiş. Çağırdı, Asım’ın evine gittik. ‘Ne diyorsunuz çocuklar?’ dedi. ‘Amca’, dedik, ‘bizim yerimize aldıkları o oyuncular iyi oyuncular değil. Biz de kızdık, ne yapalım diye düşünüyoruz.’ ‘Çocuklar, ben size bir kulüp kuruvereyim mi?’ dedi. ‘Yalnız’, dedi, ‘kulübün bir forması lâzım. Tüzüğe yazacağız. Gidin bir forma alın’. Eskiden bedediyenin üzerinde bir dükkâncı vardı. Oraya gittik. Orada siyah-kırmızılı bir forma bulduk. Hepimiz parayı verdik, birer forma aldık. Gittik eve. Dedi ki Asım’ın babası, ‘tamam, madem ki gençsiniz, 'Gençlerbirliği' yapıyorum.’ Gitti bu, Gençlerbirliği kulübünü tescil ettirdi.”Gençlerbirliği’nin resmî kuruluş tarihi, 14 Mart 1923’tür.


Gençlerbirliği renklerini, kıtlığa, darlığa, müşkülâta borçludur buna göre; halin yanında yer alan Karaoğlan Çarşısındaki o dükkânda, kırmızı-siyahtan başka forma (veya başka anlatımlara göre öğrencilerin evde diktirecekleri kırmızı-siyah basmadan başka uygun malzeme) bulunmamasına.. Bir başka kaynakta, kırmızı-siyahın hikâyesi şöyle anlatılır:
“Kulübün kuruluşu sıralarında İstanbul’daki Altınordu kulübünün çok kuvvetli bulunması ve bilhassa Anadolu’da sevilmesi, Sultani beden terbiyesi öğretmeni bulunan Ekrem ile Yüzbaşı Mümin’in Altınordu’da oynamaları kırmızı-siyah renge karşı gençler üzerinde bir ilgi uyandırmıştır. Bu sırada kulübün müessislerinden Nuri ile Mennan Ankara’da bir tuhafiye dükkânının vitrininde gördükleri kırmızı-siyah amudi çubuklu formadan on tane satın almışlar ve bu suretle Gençler Birliği rengi kırmızı-siyah olarak kabul edilmiştir.”


Sultani’nin bu “asi” 8. sınıf öğrencileri, 20-25 kişidir. Aralarında, Ramiz’in yanı sıra, Mennan, Mazhar, Sait, Kenan, Nuri, iki Namık, Rıdvan, Hafi, Ruhi, “Sarı” Ziya, Hakkı beyler vardır. İleriki yıllarda Ramiz (Eren) savcı ve Ankara milletvekili, Mennan (İz) komple bir sporcu, Namık (Katoğlu) spor yöneticisi, Namık (Ambarcıoğlu) matbaa sahibi, Rıdvan (Kırmacı) Ankara’nın ilk fotoğrafçılarından, Hafi (Araç) spor mağazası sahibi olacaktır. Kulübün ilk başkanlığını, Sarı Ziya’nın babası, Mülkiye Müfettişi Faik Bey üstlenir.

Okul dışında kulüp kurmaya girişen öğrencilerin “kırmızı-siyah amudi çubuklu formayı” sırtlarına geçirdikten sonra ilk işleri, Sultani takımıyla boy ölçüşmektir. Yine Ramiz Eren anlatıyor: “Ankara Lisesi'ni maça çağırdık. Şimdiki Doğumevi'nin karşısında mezarlık vardı, belediye orasını kaldırdı, boş bir saha oldu orası. Orada maça çağırdık Ankara Lisesi'ni. Direk mirek yok, ceketleri çıkardık koyduk, kale yaptık, öyle oynadık. 0-3 yendik şampiyon takımı! Yenince maneviyatımız yükseldi, çok yükseldi. Ondan sonra işte, Gençlerbirliği takım oldu.”

“Hamit tarlası” denen arazide yapılan bu maçtan sonra resmî lise takımıyla “Gençler”in birleşmesi eğilimi belirir. Hatta bir rivayete göre, Gençlerbirliği’ni kuran öğrenciler kırmızı-siyah Ankara gelinciklerinden bir buket yaparak hocalarının gönlünü almaya gidecekler; kulübün rengi o gelinciklerin kırmızı-siyahıyla pekişecektir.

Okul yönetimiyle Gençlerbirliği’ni kuran öğrenciler arasındaki ihtilâf, Ankara Liginin ilk sezonunun puan cetvelinde de görünüyor. 1922/23 sezonunda Ankara Liginin 5 takımı arasında yer alan Ankara Sultanisi, bu problemler neticesinde zayıf düşmüş kadrosuyla iki maç oynayıp yenildikten sonra ligden çekilmiştir!


7 takımlı 1923/24 sezonunda ise artık Sultani yok, Gençlerbirliği vardır (bazı kaynaklara göre, “Gençler”). Ancak okul yönetimiyle öğrenciler arasındaki gerginlik hâlâ tam giderilmiş değildir. Okul müdürü Münif Kemal bey öğrencilerin kendisine haber vermeden kulüp kurmasını gurur meselesi yapmıştır. “Asım'ın babası” olan Muş mebusu, Münif Ak'ı Kastamonu'ya tayin ettirerek bu engeli aşmak ister. Ancak Kastamonu Sultanisine tayin olan Münif Kemal’in yerine Ankara Sultanisi’ne müdür olarak gelen Celâl bey de “talebelerin hariçte kurduğu” kulübü hoş karşılamaz. Okul öğrencilerinin dışarıda futbol oynaması yasaklanır. Bu ihtilâf üzerine, takımın as oyuncularından Mennan bey, çareyi okulu terk etmekte bulur, kaydını Ziraat Mektebine aldırır! Hatta Gençlerbirliği sahaya takım çıkartabilmek için okul dışından takviye alır. Ancak bu çabalara rağmen, oynadığı 6 maçta yenilmeyen (3 galibiyet, 3 beraberlik alan) Gençlerbirliği, kalan iki maçına takım çıkartamaz. Eksik maçlarına rağmen, bu ilk sezonunu 4. sırada tamamlar.

Bir süre sonra yapılan İdman Cemiyetleri İttifakı Ankara mıntıkası kongresinde, kongreye Ankara Sultanisi adına katılan müdür Celâl bey, delegasyonda yer alan Gençlerbirliği temsilcilerini -yani kendi öğrencilerini- bu kongrede “resmen” tanımak istemez, müşküller çıkarır. Ancak Gençlerbirlikliler, kulüplerini resmen tescil ettirmeyi başarırlar.


Gençlerbirliği ilk kongresini 1925 yılı Mart’ında gerçekleştirir. Bu kongrede fahrî başkanlığa İzmir Mebusu (ve Millî Eğitim Bakanı) Necati, genel başkanlığa kurucu başkan (mülkiye müfettişi) Faik, yönetim kurulu üyeliklerine Mazhar, Nusret, Sait, Kenan Asım, İsmail Hakkı beyler seçilirler.

Kısa bir zaman sonra, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı'nın genel kongresinde, Münif Kemal beyle Gençlerbirliği’nin vuslatı gerçekleşir. Münif Kemal bu kongreye Kastamonu delegesi olarak katılmıştır. Gençlerbirlikli Sultani öğrencileri, bir çiçekle eski müdürlerini ziyaret ederek gönlünü alırlar ve kendisine kulübün başkanı olmasını teklif ederler. Münif Kemal, gözleri yaşararak kabul eder bu öneriyi. Münif Kemal’in başkan olduğu, Gençlerbirliği’nin ilk “gerçek” yönetim kurulunda, şu isimler yer alır: Avni (memur), Cemal (memur) , Hamdi (Lisede Türkçe öğretmeni) beyler, Mennan İz (lise son sınıf öğrencisi), Kemal Sıtkı Tarlan (belediyede memur).


Münif Kemal beyin 9 yıl sürecek olan başkanlığıyla birlikte, Gençlerbirliği’nde hem gerginlik sona erdi, hem de yükseliş başladı. Kastamonu’dan Ankara’ya Maarif Başmüfettişi olarak dönen Münif Kemal, “kurulan cemiyetin nezahet ve efendiliğine şahit olduktan sonra bütün münevver zümresini cemiyetin azâsı yapmak için uğraştı ve muvaffak da oldu...”Münif Kemal, fahrî başkan Maarif Vekili Mustafa Necati’nin kulübü devamlı himayesini ve Maarif camiasının birçok üyesinin kulübe üye olmasını sağlayarak, Gençlerbirliği’nin “okullu takımı” hüviyetini pekiştirdi. Öğretmen okullarından mezun olan yetenekli sporcuların ve futbolcu öğretmenlerin Ankara’ya tayinini sağlayarak kulübe kazandırması, Münif Kemal Ak’ın en önemli hizmetiydi. Örneğin izleyen yıllarda Gençlerbirliği’nin golcüsü olarak sivrilen (sol ayaklı) Fikret (Saltcan), İzmir'de öğretmenken Münif Kemal bey tarafından keşfedilerek Ankara'ya ve Gençlerbirliği’ne aldırılmıştı. (“İzmirli Fikret” olarak anılan Fikret Saltcan, Ankara Hukuk Fakültesini bitirerek avukat olmuştur.) Münif Kemal Ak’ta, kulüp başkanlığıyla öğretmen kişiliği iç içe geçmişti; oyuncuların tahsil hayatlarını yakından gözetirdi. Ramiz Eren anlatıyor: “926 veya 927 senesinde, Gençlerbirliği'nden beni millî takıma çağırdılar. Yalnız beni çağırdılar. Münif Kemal Bey vermedi. Dedi ki, Adil ile Fikret'i de alırsanız, veririm Ramiz'i, dedi. Sonra beni de çağırıp dedi ki: ‘Oğlum, seni çağırdılar ama sen 10. sınıftasın.Gidersen sınıfta kalacaksın. Doğru değil bu. Bir saat oyun oynayacaksın, bir sene sınıfta kalacaksın. Vazgeç’ dedi. ‘Peki müdür bey nasıl istersen’ dedik. Benim yerime Beşiktaşlı Baba Hüsnü'yü aldılar millî takıma.” İzleyen yıllarda da Münif Kemal geleneği sürecek, çoğu üniversiteli olan futbolcuların tahsil hayatını daima gözetmek, Gençlerbirliği idarecilerinin karakteristik bir vasfı olacaktır.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Ankara Tarihi

Ankara’da yapılan araştırmalar, kentin Paleolitik Çağ’dan itibaren yerleşme alanı olduğunu göstermektedir.
Kızılcahamam yöresinde yapılan çalışmalarda; Paleolitik Çağ’a ait buluntulara rastlanmış olup, Eti Yokuşu, Ahlatlıbel, Karaoğlan ve Koçumbeli’nde de Eski Tunç Çağı’na ait buluntular ortaya çıkarılmıştır.

Hitit döneminde Ankara’nın bir askeri garnizon olarak kullanıldığı bilinmektedir. Büyük Hitit İmparatorluğu’nun tarihe karışmasından sonra kent ve yöresinde M.Ö.7. yüzyıla kadar Frigyalılar egemen olmuştur.



Ankara’nın kent olarak ilk kuruluşu Frigya dönemindedir. Frigya’nın başkenti Gordion bugünkü Ankara sınırları içinde kalmaktadır ve İç Anadolu’nun en önemli antik kentlerinden birisidir. Efsanelere göre Ankara’yı da büyük Frigya Kralı Midas kurmuştur. Frigyalılar buraya gemi çapası anlamına gelen “Ankyra” adını vermişlerdir. Daha sonraları kent “Engürü” olarak da adlandırılmıştır Yörede bulunan tümülüsler, özellikle M.Ö. 750-500 yılları arasında Ankara yöresinde Frigya yerleşmesinin önemini göstermektedir.
Kent ilk dönemlerden beri ticaret yollarının kesiştiği bir konuma sahip olmuştur.


Frigya devletinin yıkılışından sonra Lidyalılar M.Ö. 547 yılına kadar bölgeye hakim olmuştur. Daha sonra Ankara, Kral I.Dareios döneminde Perslerin egemenliğine geçmiştir. Yaklaşık 200 yıl süren Pers egemenliği döneminde Ankara’nın önemli bir konaklama yeri ve ticaret kenti durumuna geldiği belirtilmektedir.



M.Ö. 333’de Makedonya Kralı Büyük İskender Persleri yenerek Ankara’yı kendi imparatorluğuna katmıştır. M.Ö. 278-277 yılına kadar Büyük İskender’in egemenliğinde kalan kent, Avrupa’dan Anadolu’ya gelen Galatların bir kolu olan Tektosagların şehre girmesiyle Galatların kontrolüne girmiştir. Ankara Kalesi bu dönemde, Galatlar tarafından inşa edilmiştir ve kalede görülen ilk yapı bu devirden kalmadır. Ankara, Cumhuriyet döneminde ikinci kez layık görüleceği başkent olma onuruna, bu dönemde Galatia'nın başkenti olarak erişmiştir.
Daha sonra bölgede siyasi birliği kuran Romalılar, Ankara’yı ele geçirmiş, Roma İmparatoru Augustus M.Ö. 25 yılında kenti egemenliğine almış, bu bölgeyi Roma’nın bir eyaleti olarak Roma İmparatorluğu’na bağlamış ve Ankara Galatia’nın başkenti olarak hüküm sürmeye devam etmiştir.



1. ve 2. yüzyıllarda Ankara, Anadolu’da Roma yol ağının çok önemli bir kavşağı niteliğini kazanmış, yönetimsel ve askeri işlevleri gelişmiş bir kenttir. Kent Roma döneminde içişlerinde bağımsız ve demokratik yapıda yönetilmiştir. Bu dönemde halk tarafından “Demoj” ve “Bule” adı verilen iki ayrı gruptan oluşan bir belediye meclisi seçilirdi. Bu Meclisler bütün gereksinimlerini saptardı ve böylece kentin iç yönetiminde Kent meclisi ve Halk Meclisi bütün kararları almak yetkisine sahip olurdu. Bu dönemde kentin alt yapısı tamamlanmış, kente 60 Km uzaklıktaki Elmadağ’dan taş borularla getirilen su mahallelere dağıtılmıştır.
M.S. 3. Yüzyıl ortalarında Roma İmparatorluğu’ndan ortaya çıkan Sosyal ve ekonomik çöküntüye paralel olarak kent o günlere kadar koruduğu açık kent niteliğini yitirmiş ve çevresi surlarla çevrilmiştir. Daha sonra Bizans İmparatorluğu’nun eline geçen kent 334-1073 yılları arasında Bizans İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında kalmıştır. İmparatorluk başkenti İstanbul’a taşınınca, Bizans döneminde Ankara’dan geçen ve başkenti doğuya bağlayan yolların önemi daha da artmıştır. Bu yollar; M.S. 10. yüzyıla kadar Ankara’ya, diğer Bizans kentleri gibi para ekonomisinin geliştiği, örgütlü bir ekonomik yapısı olan önemli bir merkez özelliği kazandırmıştır. Bu dönemde kent planının temel öğeleri; kenti düşman saldırılarına karşı koruyan kalın surlar, pazar yeri işlevini gören agora ve kilisesidir. Ayrıca tahıl depoları, ambarlar ve hamamlar işlevlerini sürdüren diğer önemli öğelerdir.
1071 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Malazgirt’te Bizans ordularını yenmesinden sonra 1073 yılında Ankara, Türklerin eline geçmiştir. Türkler büyük bir hızla kırsal alana yerleşmiş ve tarımsal üretime katılmışlardır. Kent daha sonra 12. ve 13. yüzyıllarda Selçuklu sultanlarının da çabasıyla transit ticarette önemli bir gelişme göstermiştir.



Bu tarihten başlayarak Osmanlılar tarafından Anadolu’nun siyasal birliğinin kurulmasına kadar geçen sürede kent, Türk beylikleri, Bizans ve Moğol egemenliği altında değişik dönemler geçirmiştir. 1300’lü yıllardan başlayarak Ahi merkezlerinden biri olarak ticari işlevlere sahip olan Ankara, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme döneminde de önemli bir ticaret merkezi olmaya devam etmiştir. Ankara’daki Ahi örgütü, kervanların ve ordunun deri ve demirden yapılmış malzeme gereksinimini karşılıyordu. Aynı zamanda İç Anadolu’da geniş bir bölgede üretilen tiftik Ahiler tarafından Ankara’da işleniyordu. 1304’de görevli özerklik verilerek Osmanlı Devleti’ne bağlanan Ankara, I.Murat zamanında kesin olarak Osmanlı topraklarına bağlanmıştır. 1402 yılında Timur orduları ile Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt arasındaki Ankara Meydan Savaşı sırasında Ankara ve çevresinin büyük ölçüde harap olmasına karşın, Anadolu birliğini yeniden kuran II.Murat zamanında kent yeniden onarılmıştır. Bu dönemde su yollarına kadar bütün alt yapı tesisleri, hanlar, hamamlar ve diğer kamu binaları onarılmıştır.
Ankara 16-19. yüzyıllar arasında birçok yabancı gezginin de uğrak yeri olmuştur. Gezginler yazdıkları seyahat namelerinde kentle ilgili çok doğru bilgiler vermiş, çizdikleri gravürlerle o döneme ilişkin görsel malzeme sağlamışlardır. 19. Yüzyıl sonlarında Deutshe Bank ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşmayla kente demiryolunun yapılması konusunda anlaşmaya varılmış ve 1889’da başlayan yapım çalışmaları sonunda 1892’de ilk tren Ankara’ya gelmiştir.



20. Yüzyılın başında yaşanan savaşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ve 1917 yangınının da etkisi ile gücünü yitiren kent, Kurtuluş Savaşı sırasında yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Ankara’dan yönetmişler, ilk Ulusal Meclis yine Ankara’da toplanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın idare edildiği bir merkez olarak, adı milli mücadelemizin sembolü haline gelen
Ankara, 13 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olduktan sonra hızlı bir gelişme göstermiş, bir yandan Prof. Dr. Hermann Jansen’in hazırladığı kent planı çerçevesinde imar hareketleri hızlanırken diğer yandan, kamu yönetiminin başlıca kurumları kentte örgütlenmeye başlamıştır.
Nüfusu 1920’lerde 25 bin dolaylarında olan kent büyümüş ve 1990’lı yıllarda 4 milyona ulaşmıştır.